Ebru Ustaları

17-18. Yüzyıl

1608 yılında yazılmış ve ebruyla ilgili elimizdeki en eski eser olan Tertib-i Risale-i Ebri’de (bkz. resim 1) Şebek Efendi’den “Allah ona rahmet etsin” duası ile bahsedildiğine göre ölümünün bu tarihten önce gerçekleştiği anlaşılıyor. Yine aynı eserde geçen “Nüsha-i Şebek” sözünden de, ebru hakkında bilmediğimiz bir eser sahibi olduğu meydana çıkmaktadır. Ebrularındaki gevşek görünüşün formülü de bu eserde verilmekle birlikte, o ebruları diğerlerinden ayırabilmek için gereken bilgiye sahip değiliz.

Ayasofya Camii’nin hatibi olması sebebiyle Ayasofya hatibi veya sadece Hatip diye anılan Mehmed Efendi’nin doğum tarihi bilinmiyor. Nisan 1773 tarihinde vefat etmiştir. Bu büyük sanatkarın ebruları o devirde yapılan işlerde daima kullanılmıştır, renklerinden ve üslubundan hemen tanınır. Hatip Mehmed Efendi Hatip Ebrusu diye anılan ebru tarzının mucididir. Hocapaşa’daki evinde çıkan yangında, eserlerini kurtarmak isterken kendisi de beraber yanmıştır. Sanat tarihimizde Hatip Ebrusu denilmekle onun buluşu olan ebru tarzı anlaşılır. Hatip’in ebrusu denilirse hangi tarzda olursa olsun onun tarafından yapılan, onun elinden çıkan ebru kağıdı anlatılmak istenir.

Buhara’nın Vabakne şehrinde doğan ve Üsküdar Sultantepesi’nde Özbekler Dergahı şeyhliğinde bulunan Sadık Efendi’nin hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ebruculuğu Buhara’da iken öğrendiği ve iki oğluna (Edhem ve Nafiz efendiler) da öğrettiği bilgimiz dahilindedir. Dergahtaki kabir kitabesinden 11 Temmuz 1846 yılında vefat ettiği anlaşılmaktadır.

19. Yüzyıl

Geçen asrın ebrucuları arasında en maruf olanı Üsküdar Özbekler Dergahı Şeyhi İbrahim Edhem Efendi’dir. Özbek Türklerinin kurduğu ve Hacca giden Türkistanlılar’ın İstanbul’daki uğrak yeri olduğu için bu isimle anılan dergahın Milli Mücadele tarihimizde de çok önemli bir yeri vardır. Çünkü, Milli Mücadeleye inanarak Anadolu’ya geçecek olan asker veya sivil önemli şahsiyetlerin birçoğu, İstanbul’daki son gecelerini burada geçirirler ve ertesi sabaha karşı Samandıra üzerinden yola çıkarlardı. Fen ve sanat tarihimizde Edhem Efendi’nin önemli bir yeri olması gerekirken, unutulup gitmiştir. Edhem Efendi’nin doğu ve batı kültürünü şahsında toplamış kıymetli bir hariciyeci olan torununu tanıyanlarınız muhakkak bulunur, Washington büyükelçisi merhum Münir Ertegün. Ya da yakın zamanda kaybettiğimiz ve dergahın kabristanına defnedilen önemli müzik adamı Ahmet Ertegün’ü. Günümüzde ebru sanatını aynı tekkede icra eden Eda Özbekkangay’da yine Edhem Efendi’nin torunlarındandır.

Edhem Efendi 1829 yılında işte bu Özbekler Tekkesi’nde doğmuştur. Daha önce bahsi geçen Şeyh Sadık Efendi’nin oğludur. Türk, Arap, Fars ve Çağatay dillerini şiir yazacak kadar iyi bilen Edhem Efendi, yaşı ilerledikten sonra hat sanatına merak sarıp Çarşambalı Arif bey’den Ta’lik hattını öğrenerek icazet almıştır. Müsbet ilimlere özellikle matematik ve kozmoğrafyaya olan ilgisi sebebiyle ünlü matematikçimiz Salih Zeki Bey ve Mekteb-i Harbiye Nazırı Galip Paşa, bu konularda kendisiyle sık sık görüşmeye gelen alimlerimizdendir. Doğramacılık, marangozluk, oymacılık, hakkaklik, mühürcülük, dökmecilik, tornacılık, demircilik, tesviyecilik, makinecilik, matbaacılık, dokumacılık, mimarlık gibi fen ve sanatlarda ihtisas sahibi olmuştur. Ebruculuk onun pek çok meziyetlerinden bir tanesidir. Bu yüzden hezarfen (bin sanat sahibi) lakabıyla anılmaktadır. Dergahdaki kuyudan suyu kendi kendine çeken bir alet yapan Edhem Efendi eserleriyle 1867 Paris Sergisi’ne katılmış ve madalya almıştır. Almanya’ya gönderdiği bir sünnet makinesi takdirname ile ödüllendirilmiştir. Bir ara ufak bir litografya makinesi tedarik edip matbaacılığa da başlamış, nihayet Rızapaşa Yokuşu’nda kurduğu matbaada kitap basmıştır. Dergahta bir sandal inşa edip, yaptığı pervaneli buhar makinesini ona tatbik etmiş ve Üsküdar Balaban İskelesi’ne hamalla indirterek buharla bu makineyi çalıştırmıştır. Pervane kuvvetiyle Üsküdar Paşalimanı’na kadar yürüttüğü sandalı kendi tabiriyle jurnal korkusundan daha ileri götürmeyerek, yine hamallara yükletip dergaha çıkarttırmıştır. Edhem Efendi kendi sözü ile belirtelim saatçilik hariç her şeyle ilgilenmiştir. Örneğin Hac mevsiminde dergaha gelen bir Hintli’den kumaş dokumasını öğrenip nadide Hint kumaşları dokumuş ve bunlardan saray için hazırlamıştır.

Ebruculuğu babasından öğrenen Edhem Efendi’nin tekkenin ihtiyaçlarını karşılamak için yaptığı ebru kağıtları denkler halinde gönderildiği Beyazıt’taki kağıtçılar çarşısında pek beğenilerek aranır, satın alınırdı. Sultan Abdülaziz de onun ebrularını görüp beğendikten sonra, şahsen tanımak istemiş, huzuruna kabul ederek kendi pehlivan cüssesinin yanında Efendi’nin pek ufak tefek kaldığını görünce “bunları bu adam mı yapıyor? Sözleriyle hayretini gizleyememiştir.

Eserlerinden elde kalan pek az bir kısmı, bugün torun çocuklarının oturduğu ve Vakıflar İdaresi’nin malı olan Üsküdar Özbekler Dergahı’nda muhafaza edilmektedir. Yaptığı eserlerin ve ebruların bulunduğu dolabın üstüne, kendisi tarafından tertip edilmiş, aslı Arapça olan şu beytin yazdırılmasını vasiyet etmiştir. “Nakışlar dolapta saklıdır, yapan da toprakta gömülüdür.” Bu levha vefatından sonra, ebruculukta talebesi olan Hattat Aziz Efendi’ye yazdırılarak, dolabın üstüne konmuştur. İbrahim Edhem Efendi 8 Ocak 1904 tarihinde vefat etmiştir.

Hezarfen Edhem Efendi’nin kardeşi olan Nafiz Efendi ebruculuğu babasından öğrenmiştir. Elimizde eseri yoktur.

Zamanının en maruf hat üstadlarından biri olan Sami Efendi (1838 – 1912) Hezarfen Edhem Efendi’nin yakın arkadaşı olması sebebiyle ebruculuğu ondan öğrenmiş, fakat meslek edinmemiştir. Hattat Şevki Efendi’nin (1829 – 1887), en güzide öğrencisi Bakkal Arif Efendi (1830 –1909) için yazdığı Sülüs-Nesih meşk murakkaı’nın (hocanın hattı öğrenmesi için öğrenciye yazdığı yazıların albümü) etrafını süsleyen ebrular Sami Efendi eli ile yazılmıştır.

Sülüs-Nesih yazılarında Bakkal Arif Efendi’nin en önde gelen öğrencisi olan Şeyh Aziz Efendi de (1871 – 1934) Özbekler Dergahı’na devamı sırasında Edhem Efendi’den ebruculuk öğrenmiş ve amatör zevk ile bu sanata karşı ilgisini sürdürmüştür.

20. Yüzyıl

Pek çok hünerlerinin (mürekkepçilik, aharcilik, okçuluk, gülcülük, eski tarz mücellitlik, hatalık vb.) yanı sıra ebruculuğu da meslek edinen Hafız Necmeddin Okyay bu sebeple üstadı Edhem Efendi gibi hezarfen lakabıyla anılır.

Hoca ebruya başlayışını ve ilk defa yalnız başına ebru yapışını şöyle anlatır: “Özbekler Şeyhi edhem Efendi’ye arkadaşım Abdülkadir ile birlikte devam ettik ve ebruculuğu öğrendik. Abdülkadir Efendi bir müddet sonra sıkılarak devamdan vazgeçti, ben ise sabırla yürüttüm. Ancak Ramazan girince camideki vazifem dolayısıyla hocamdan müsaade rica ettim. Bayramdan sonra da gidemedim. Hep yolumu gözlemiş, hatta bir gün oğlu, “Efendi baba isterseniz çağırtalım”, deyince “yarın nasıl olsa gelir” cevabını vermiş. Ve ben ertesi günü aldığım acı haber üzerine namazını kılmak için Tekkeye gittim… Bize ilk defa ebru yapılmasını gösterdiği vakit duyduğum heyecanı unutamam. Teknedeki suyun üstünde yayılan renkler beni hayretlere gark etmişti. Onun vefatından sonra evimde yalnız başıma ebru yapmaya başladım. Önce küçük bir teknede yaptım tuttu. Büyük tekneye geçince boyalar akmaya başladı. Sanki evvelki ebruları ben yapmamışım. Uğraştım, uğraştım... ağlayacak hale geldim. Neyse yatsı vaktine doğru biraz yüz gösterir gibi oldu. Uykuyu terk ederek çalıştım. Bir aralık kulağıma sesler geldi. O devirde yangın çıkınca bekçiler “yangın var” diye bağırırlardı. Ben öyle zannettim sokağa çıktım. Meğer sabah ezanı okunuyormuş. Lakin o gece fevkalade ebrular zuhur etti. Sonra ikinci bir defa yaptım akmaya ve tutmamaya başladı. Kıvamını bulana kadar neler çektim. Üstadımın “ebru sihir gibidir bazen tutar bazen tutmaz” sözünün ne demek olduğunu o zaman anladım… Tecrübelerime göre temiz kitreli su ile ebru yapılmaya başlanırken önce yüz kadar prova yapmak icap eder, tekne ondan sonra yüz göstermeye başlar. Bu her zaman böyle olur… Daha sonra Medresetü’l Hattatin’de ve Güzel sanatlar Akademisi’nde ebru öğretmenliği yaparken, yeni tekne tutacağım vakit, öğrencinin karşısında mahçup olmak korkusuyla Yasin’ler Hatim’ler adadığımı bilirim.

Çiçekli ebru’ya başlayışım da şöyle oldu. Medresetü’l Hattatin’deki hocalığım sırasında bir zat gelerek “Çiçekli ebru yapmanızı istiyorum” dedi “Efendi beyim” dedim. “Bu sanatta öyle çiçek filan olmaz, gerçi eskiler tecrübe etmişlerdir ama o da çiçeğe pek benzemez” adam “Hoca değil misiniz yapmanız lazım” deyice eve geldim, tekneyi kurdum, çiçek şekillerini çıkartmak için uğraşmaya başladım. O esnada bize, çok sevdiğim arkadaşım Hattat Macid Ayral geldi. Ben lale yapmaya çalışıyordum. Macid birden “Birader şu uçları yukarı doğru çeksene” dedi. Ben hayatta, bir işi bilmeyenlerden o iş hakkında çok şey öğrenmişimdir. Bu da öyle oldu. Elimdeki tek at kuyruğunu teknenin içinde yukarıya doğru çekince, çiçek tıpkı laleye benzedi. Çok heyecanlandım ve zevklendim. Günlerden Cuma olduğu için, camiye namaza indik . Namazdan sonra lale, sümbül, karanfil, o mevsimde hangi çiçekler varsa hepsinden aldım ve eve dönüşte onlara bakarak teknede aynını resmetmeye başladım.

23 Mayıs 1916 da Medresetü’l Hattatin’de başlayıp, 29 Ocak 1948 de akademide sona eren ebru hocalığım sırasında tekneyi kurup, nasıl yapıldığını öğrenciye gösterirdim, isteyenler de tekne başına oturup yaparlardı. Fakat insan kendisi tekne kurup ebru yapmadıkça, zorluğunu anlamadıkça “ebrucu” sayılır mı bilmem. Bu işi oğullarım Sami merhum ile Sacid’im ve yeğenim Mustafa (Düzgünman) yürüttüler.”

Klasik sanatlarımızın canlı bir akademisi gibi etrafına feyiz saçan Necmeddin Okyay 1883 yılında doğmuş ve 1976 yılında vefat etmiştir.

Kadıköy Osmanağa Camii imam ve hatibi olan Abdülkadir Kadri Efendi de (1875 – 1942), Edhem Efendi’den ebruculuk öğrenenlerdendir. Fakat bu işi meslek edinmemiştir.

Yirmici asrın başlarında Beyazıt’taki Kağıtçılar Çarşısı’nda yapıp sattığı battal ebrularından tanıdığımız Bekir Efendi, aynı zamanda eski tarz is mürekkebi imalcilerindendir. Hayatı hakkında pek bilgimiz yoktur. Ebruculuğu kimden öğrendiği de belli değildir. O devirde resmi dairelerde kullanılan defterlerin üzerine geçirilen alikurna denilen sağlam Avrupa kağıdı ile yapılmış olan ebrular Bekir efendi’nin işidir. Ebru yerine zamanla siyah cilt bezi kullanılmaya başlandıktan sonra, bu halin ebruculuğu ticari bakımdan gerilettiği de bir gerçektir. Necmeddin Efendi bu zatla ilgili bir hatırasını şöyle anlatmıştı. “Kendi yaptığımız ebruları bir gün dükkanına giderek Bekir Efendi’ye gösterdik. Yanındaki çırağı Tatar Mustafa: Usta bunları bu adamlar mı yapmışlar? Dedi.Bekir Efendi’nin evet onlar Şeyh’in çıraklarıdır, yaparlar cevabı üzerine pek şaşırdı. Çünkü orada sadece battal ebrusu yapıyorlardı.Bizim götürdüğümüz hatip ebruları için çırağın: Usta bunlardan biz de yapalım demesi üzerine Bekir Efendi: Ömrümde bir defa hatip ebrusu yaptım, bir daha da yapamadım, çünkü yaptıklarımı hala satamadım cevabını verdi”

Necmeddin Okyay’ın ortanca oğlu Sami Bey 1910!da Üsküdar’da doğmuş, bu sanatı babasından öğrenerek çığır açacak eserler vermiştir. Aynı zamanda ince bir tezhib, hak (oyma), lake (rugan) ve şemse tarzı cilt sanatkarı olan merhum Sami Okyay Şark Tezyini Sanatlar Mektebi’nde öğretmenken yakalandığı peritnoitten 12 Haziran 1933 yılında vefat etmeseydi meşgul olduğu sanat dallarına muhakkak ki başka yenilikler de getirecekti. Yirmi üç yıllık kısa ömründen geri kalanla şaheserleri bu sözlerimizin en kudretli şahitleridir.

Necmeddin Okyay’ın küçük oğlu olan Sacid Okyay (doğ. 1915 - Üsküdar) 1936 yılında Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Şark Tezyini Sanatlar Şubesinin açılışından 1973 yılında emekliye ayrılmasına kadar geçen zaman içinde ebruculuk ve eski tarz cilt hocası olarak vazife görmüş başarılı eserler vermiştir.

ŞUBAT 1920'de İstanbul Üsküdar'da Sultantepe'de doğdu. Babası, aynı semtteki Abdülbâki Efendi ve Aziz Mahmud Hüdâyî Camilerinin imamlığını yapan Saim Efendi'dir. İlk tahsilini tamamladıktan sonra babasının Üsküdar çarşısındaki aktar dükkânında çalışmaya başladı. 1938 yılında, annesinin dayısı hattat Necmeddin Okyay onu, hocalık yaptığı Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nin Türk Tezyinî Sanatları Bölümü'ne kaydettirdi. Burada Necmeddin Okyay'dan eski tarz cilt ve ebru öğrenerek kısa zamanda kabiliyetiyle dikkati çekti, diğer kıymetli hocalardan da faydalandı. Ancak hayat şartları sebebiyle bir müddet sonra okuldan ayrılarak tekrar baba mesleği olan aktarlığa döndü. Vefatına kadar titizlikle sürdürdüğü bu meslekte işinin ehli güvenilir bir esnaf olarak tanındı.

Akademi'deki talebeliği yıllarında "şemse" denilen klasik cildin güzel örneklerini imal eden Düzgünman, bir müddet sonra o sırada taliplisi çok az bulunan bu sanatı da terketmek zorunda kaldı. Özellikle 1957'den itibaren daha fazla zaman ayırdığı ebruculukla meşguliyetini ise ölümüne kadar sürdürmüştür.

Çeşitli konularda yeniliğe açık olduğu halde ebru sanatında klasik anlayışa sımsıkı bağlı kalan ve bu hususta modern uygulamalara iltifat etmeyen Düzgünman, ebruculukta kendisini geçtiğini söyleyen hocası Necmeddin Okyay'ın bu sanata kazandırdığı çiçekli ebru çeşitlerine papatyayı eklemiş, ayrıca çiçek şekillerini de ıslah etmiştir. 1940'ta başlayıp ölümüne kadar elli yıl süren ebruculuğu sırasında, 1967'den itibaren çeşitli sergiler açan ve bazı sergilere katılan Düzgünman, hem eserleriyle hem de yetiştirdiği öğrencileriyle bu sanatın tanınmasına ve yayılmasına hizmet ederek son otuzbeş yılın ebruculuğuna adeta damgasını vurmuş bir sanatkardır.

Mustafa Düzgünman, ebru sanatı dışında dinî mûsikiyle de meşgul olmuş ve tasavvuf zevkini, Hafız Eşref Ede'den almıştır. Muzıka-i Hümâyun'da yetiştiği için "Mızıkalı" lakabıyla anılan Hafız Muhittin Tanık, Üsküdar'daki Çarşamba Rifâî Dergâhı şeyhi Hayrullah Tâcettin Yalım ve Üsküdar Rifâî Âsitânesi şeyhi Hüsnü Sarıer gibi kıymetli hocalardan istifade etmiştir.

Aziz Mahmud Hüdâyî Camii'nde uzun yıllar cuma günleri iç ezan ve teravih namazı aralarında ilahi okuyuşuyla iyi bir icracı olarak da tanınan Düzgünman'ın, bir kısmının güftesi de kendisine ait olmak üzere değişik makamlarda bestelediği yirmi kadar ilâhisi vardır. Onun bestekârlık tarafını gösteren ve son yılların dinî mûsiki repertuvarı açısından ayrı bir önem taşıyan bu ilahiler, vefatından önce yakın arkadaşı neyzen Niyazi Sayın tarafından notaya alınarak tesbit edilmiştir. Ayrıca vaktiyle meşkettiği dinî eserleri son zamanlarında banda okuyarak tesbit edilmelerini sağlamıştır.

1953'ten 1979'a kadar yirmialtı yıl müddetle Aziz Mahmud Hüdâyî Dergâhı'nın türbedarliğını yapan Düzgünman, halk ağzıyla koşma tarzında şiirler de yazmıştır. Bunlar arasında, ebrunun tarihçesi, özellikleri ve mahiyetini anlatan yirmi kıtalık "EBRUNAME" en tanınmışıdır.

Kıymetli tesbihler, yazı levhaları, kendi ebruları, şemse tarzında yaptığı kitap kapları, kutu ve çerçevelerden oluşan koleksiyonu halen ailesinde bulunmaktadır. Ayrıca eski tarz körüklü fotoğraf makinasıyla 1000'e yakın hat örneğini emüsyonlu cama tesbit etmiş, bazıları "Kalem Güzeli" (Ankara,1981) ve "İslam Mirasında Hat Sanatı" ( İstanbul, 1993 ) adlı eserlerde yer alan bu fotoğraf camlarının asılları, daha sonra kendisi tarafından Türkpetrol Vakfı'na hediye edilmiştir. 12 Eylül 1990 Çarşamba günü vefat eden Mustafa Düzgünman'ın kabri, Karacaahmet Mezarlığı'ndadır.

M.Uğur DERMAN

İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

Bu metin http://www.geleneksel-ebru.com/ adresinden alınmıştır.

Ney virtüözü ve tesbih ustası büyük sanatkarımız Niyazi Sayın (doğ 1927 – Üsküdar), dini musikide de ilk hocası olan Mustafa Düzgünman’dan ebruculuğu öğrenmiş ve kendi ifadesiyle ebrunun yirmi beş çeşidini yapmış, ayrıca Mehmet Efendi’nin sırrını yıllarca gizlediği (?) ebruyu da başarmıştır. (bkz Hayat Mecmuası, 25-1976). Ancak, bu iddiaları taşıyan ebrularını sanat aleminde henüz sergilemediği ve sırlarını açıklamadığı için, sadece haberiyle yetiniyoruz.

Paylaşın: